Sinemanın altın çağı, bugünün teknolojisinden çok daha uzak bir
geçmişten bizlere göz kırpar. Sözleri yoktur bu çağın, hatta sesi ancak ve
ancak müzikten ibaret olabilir; bazen o bile olmaz. Öyle rengârenk falan da
değildir, gökkuşağının hiçbir tonunu göremezsiniz. Bırakınız bugünün
filmlerini, Dallas maratonunun kızıl pembeliğinden bile daha renksizdir Altın
Çağ. İki rengi vardır; siyah ve beyaz.
Tüm bunların gölgesi altında ilk akla gelen nedir ve kimdir; sessiz
sinema ve Charlie Chaplin… Tabi sizin adınıza konuşamam aslında, bunlar benim
aklıma ilk gelenler. Ancak tüm dediklerimi unutacak olursak, Chaplin’i ve onun
sessiz sinemasını birinizin bile duymadığını zannetmiyorum. Lütfen, burada
Charles Spencer Chaplin’den bahsediyorum; yaşamış en büyük İngiliz’den. Kraliçe
Elizabeth’ten bile adını daha çok duyduğumuza eminim, hem de tek bir filmini
bile izlemeden.
Bu komedyen hakkında ne biliyoruz ki? Birçoğunuzun onun İngiliz
olduğunu dahi bilmediğini varsayıyorum. Kir, pas, kan ve ter… Tüm bunların
arasında, Londra sokaklarının Gotik karanlığının ortasında sarhoş bir babanın
ve sonradan deliren bir annenin çocuğu olarak büyümüştü Charlie Chaplin. Adını
Hollywood taşlarına yazdıracağını kimsenin düşünmediği bir geçmişte, sefalet
dolu bir hayattan beslenmişti. Kim olduğunu ve nereden geldiğini hiç unutmadan
büyüdü ve büyüdükçe milyonlarca insana esin oldu. Ve olmaya da devam edecek.
Emekçiydi. Filmlerinde emekçiliğin, günümüzde inanıldığı gibi
fakat çok daha ağır, içten ve baskıcı bir şekilde sosyalizm ile karıştırıldığı
günlerde solcu damgası yiyene kadar 4 evlilik yapmış, baba olmuş ve 80’den
fazla filmde oynamış, besteler yapmış ve filmlerinin neredeyse tamamını kendisi
yazıp, kendisi yönetmişti. Bunları başardığında henüz 40’larının sonundaydı.
Bundan sonra da büyük işler başarmadı demiyorum, 1939 yılından sonra yediği
damga ile bir şeyler değişmişti. İlk sesli filmi ile kariyerinin zirvesinde
iken sesini avazı çıktığı kadar bağırabilmişti, hem de büyük bir risk alarak. Büyük
Diktatör ile… 1. Dünya Savaşı’nın ve Büyük Buhran’ın yaraları daha sarılmadan
ve bunun akabinde gelen 2. Dünya Savaşı henüz patlak vermemişken Nazileri
duymuş ve öfkeyle yazmaya koyulmuştu. 2 yıl uğraştı bu film için. Ona özenen
bir diktatör, bıyığını kopya etmiş ve Yahudilerin kökünü kazımaya yemin etmişti
o günlerde. Adım adım savaşa gidiyordu dünya. O, öfkesini ilk sesli filminde
kusmuştu Hitler parodisi ile. Yarattığı Şarlo karakteri, bu sefer Yahudi bir
berber olarak Tomanya Diktatörü Adenoid Hynkel’e benzerliği ile onun yerine
geçmiş ve filmin sonundaki 4 dakikalık konuşması ile sanatın neyle ilgili
olduğunu bir kez daha hatırlatmıştı.
Büyük adamdı Charlie Chaplin. Sadece ismini bildiğimiz ünlü bir
adamdan fazlasıydı. Robert Downey Jr’ın başrolde olduğu 1992 yapımı Chaplin,
Chaplin’i çocukluk çağından başlayarak onun adım adım büyüyüşünü anlatan, özel
hayatı, tüm acıları, kaygıları ve film endüstrisine olan büyük katkılarıyla
değerlendiren biyografik bir dram filmi. Hikâyesini onun otobiyografisinden
esinlenilerek anlatmaları ve onu anmak için henüz 27 yaşında olan Robert Downey
Jr’ın eşsiz oyunculuğu ile bunu pekiştirmeleri bir başka keyif oldu benim için.
İzlemeye değerden fazlası bir film açıkçası. Ayrıca Chaplin'in annesini de kızı Geraldine Chaplin oynamış. Yeri gelmişken bu filmi izler izlemez
Chaplin’in bütün filmlerini izleyin derim, özellikle de Yumurcak, Aşırı
Zamanlar, Şehir Işıkları, Büyük Diktatör gibi kültleri. Niye büyük bir adam
olduğunu daha iyi anlayacaksınızdır. Chaplin'in Great Dictator'deki final konuşmasını buraya bırakıyorum:
Yorum Gönder